23 Nisan 2017 Pazar

Bi' Film: Miraç

   Çok fazla sinemaya gitmiş biri değilim, dünü de sayarsak dört kere galiba. Hatta hatırladığım ilk sinema deneyimim aslında sinema bile olmayabilir zira epey küçüktüm, sadece ailemle basamak gibi yerlerde oturduğumuzu ve kocaman bir ekranda film izlediğimizi hatırlıyorum, hüzünlü bir şeydi. İkincisine annemle gitmiştik ve kültür merkezi gibi bir yerdeydi, yani o da sinema sayılmaz aslında. Üçüncüsü ve gerçek bir sinema salonunda izleyebilmiş olduğuma bir arkadaşımla gitmiştim ama bugün dördüncüsünden bahsedeceğim: yani dün gittiğim.



   Fragmanlarını görünce çok ilginç olacağını düşündüğüm bir filmdi Miraç. Zaten içinde çoluk çocuk olan şeylere bayıldığımı bilirsiniz. Yani biliyorsunuzdur.

   Sonra arkadaşlarımı tek tek arayıp birlikte sinemaya gidelim dedim ve tamam diyen bir tanesiyle plan yaptık. Ama arkadaşım bir kurstan çıkıp gelecekti ve dersi bitmemiş, uzun sürmüş, biletleri almak için onu beklerken henüz otobüse bile binememiş olduğunu öğrendim. Tabii İstanbul trafiğinde bu kadar kısa süre içinde gelmesi imkânsızdan öteydi, o yüzden başka zamana artık dedim ve kendime bir bilet alıp sinema salonuna girdim. 14 Şubat’ta yalnız olanların paylaşımları vardır ya, tam olarak o havadayım. Bir de salonda benden başka 5-6 kişi falan var, önümde oturan kimse de yok. Koca salonda tek başıma gibiyim. Sonra ucuz olsun diye Bim’den alıp çantamda salona soktuğum şeyleri tek başıma yedim, filmi tek başıma izledim ve bitince salondan tek başıma çıkıp eve gittim falan… Burada anlatınca çok hüzünlü bir durum olduğunu fark ettim yahu.



   Filmin konusu genel olarak arkadaşları ölen iki veledin arkadaşlarıyla iletişim kurma çabaları. Ayrıca çocukların gözünden miraç hadisesi anlatılmaya çalışılmış ve bence senaryo yazarı bu olaya çocukların gözünden bakmayı gerçekten başarmış. Filmde bazı yerler pek açıklanmadan hızlıca geçilmişti ama pek kötü değildi. Zaten başta dediğim gibi içinde çoluk çocuk olan, kahramanları çocuklar olan şeyleri sevdiğimden filmi beğendim.



   Bu arada filmdeki gece çekimleri harikaydı, birazcık kıskanmış olabilirim. Bir de derenin dibinde olduğundan suyun üzerinden atlanarak geçilen cami çok güzeldi.

   Filmin içeriğine gelirsek… Spoiler vermeden konuşabileceğimi zannetmiyorum, o yüzden izlemeyi düşünüyorsanız aşağıyı okumayın bence.



   Filmde en anlamadığım yer akrabalık ilişkileriydi. Yani bizim iki velet aynı kişiye dede diyordu, galiba ölen arkadaşları Ahmet’in dedesi de o kişiydi. Galiba kuzenler.



   Çocuklar cenazenin sonunda imamın mezara eğilip bir şeyler söylediğini görünce Ahmet’le konuştuğunu zannediyorlar ve Ahmet’le konuşmak için hoca olmaya karar veriyorlar. Çünkü Ahmet sıkılmasın diye mezarının yanında bekleseler, geceleri korkmasın diye yanına fener bıraksalar bile Ahmet onları duyamıyordur ki.



   Bu yüzden elifbayı ezberlerler, dedelerine namaz kıldırırlar ve artık tek yapmaları gereken Cuma hutbesi vermektir. Ama tam Cuma namazından sonra içlerinden biri ‘merdivenlere’ atlayıp hutbe vermeye başlamıştır ki… Hoca ve cemaat onlara engel olur.



   İki kafadar epey üzgündür ama dedeleri imdatlarına yetişir, Ahmet şu an göğün yedinci katında diğer çocuklarla oyunlar oynamaktadır. Dedelerine bunu nereden bildiğini sorduklarında dedeleri peygamberimizin miraç hadisesini anlatır ve bizimkilerin kafalarında birer ampul yanar: onlar da peygamberimizin yaptıklarının aynısını yaparlarsa göğe Ahmet’in yanına çıkabileceklerdir! Zemzemle kalplerini yıkamak mı dersiniz, kanat yapıp eşeğe takmak mı...



   Kendimi tutup filmin tamamını anlatmıyorum ve sadece çok beğendiğim yerlere değinmek istiyorum. Hatta sadece en beğendiğim yerden bahsedeceğim zira diğer türlü kendimi tutabileceğimi zannetmiyorum. Hz. Ömer Camii’yi Mescid-i Aksa zannedip kendi camilerini de ona benzetmek için kubbesini sarıya boyamaları çok güzeldi. Zaten film boyunca çocukların rollerinin gerçekten çocuk gibi olmasına çok sevinmiştim ama kubbeyi sarıya boyadıkları an olduğum yerde kahkahalar atmamak için kendimi zor tuttum. Harikaydı yahu!

   İki velet zaten favorim, veletlerden birinin teyzesini seven zavallı Rıfkı Abi’yi (Ufuk Bayraktar) da çok sevdim. Ama sevdiği kızı sevmedim, boşuna inat ediyordu bence, seviyorsan git evet de iki taraf da mutlu olsun kardeşim. Gerçi onun böyle olmasının bir nedeni vardı lakin onu pek iyi anlatamadıklarından ben Rıfkı'dan yanayım. Neyse ki sonunda kavuştular.

   Köro da gıcık çocuk rolünü çok iyi yapıyordu, epey sinir oldum filmin bazı yerlerinde.



   Galiba çok ayrıntıya girmeden söyleyebileceğim başka bir şey kalmadı. Bu arada fotoğraflar şuradan.

   O yüzden, selametle…
Share:

20 Nisan 2017 Perşembe

Ablalık Zor İş!

   Biliyorum, kaç zamandır yokum ama kesinlikle benim sorumsuzluğumdan değil! Şöyle ki… Son birkaç gün/hafta/ay sahiden yapacak bir sürü işim vardı.

   Bir lise öğrencisinin en fazla ne kadar işi olabilir derseniz… Bir sınıf dergisi çıkarma ödevimiz vardı ve benle bir arkadaşım resmiyette bu derginin editörleriydik. Ama pratikte derginin her şeyinden sorumluyduk ki sadece editörlük olsa bile yine çok zor olurdu çünkü her yazıya on defa falan baktık en az ve gece 2’ye kadar uyumayıp edit yapmışlığım var… Anlayacağınız derdim çok büyük dostlar!



   Uzun bir süre bloğa karşı Turgut Uyar'ın şu şiiri gibi hissettim:

"Evet önümüz bahardır biliyorum
Leylaklar açacak biliyorum
Kiraz da çıkacak yakında
İyi şeyler söylemek de gerek biliyorum
Sevgilim, güzelim, bir tanem biliyorum da
Şimdilik bağışla..."

   Ama neyse ki uykusuz geçen günlerin sonuna geldim, yani Fasulye İnşallah geri döndü!

   Tabii ki hayatımdaki gelişmeler bunlardan ibaret değil. Web tasarım ve fotoğrafçılık kurslarına başlamıştım bir süre önce, geçen hafta web tasarım dersi için Word Press’ten blog açtık ve ben kendimi Blogger’a ihanet etmiş gibi hissediyorum, ama merak etmeyin hala buradayım. Yalnızca başka bir blog’da(Şeftali Pembesi) buradaki birkaç içeriğin aynısını görürseniz merak etmeyin diye haber veriyorum, gerçi nereden göreceksiniz ki...



   Hatta buraya fotoğrafçılık dersinde öğrendiklerimle çekmeye çalıştığım bir fotoğrafı da koymak istiyorum. Kuşlara takıntılıyım da ben.

Kanatlarda var bir bulanıklık ama mazur görünüz, daha yolun başındayım

    Bu arada sırf bu yazıyı yazabilmek için kardeşimle ettiğim kavgayı görseniz bana acırsınız herhalde, bilgisayarın başına geçebilmek ne zor iş yahu! Hayır, çocuk daha dördüncü sınıfta, bu yaştaki insan nasıl bilgisayarda yapacak bu kadar çok şey bulabilir ki! Hadi yapacak işi var diyelim, ben onun yaşında –ve hala- ablalarıma doğru düzgün karşı gelemezdim bile, bırak tekme yumruk atıp bağırmayı… Tamam, ben haklıysam bile hakkımı pek savunamayacak kadar pısırık bir çocuktum, bakmayın şimdi deli olduğuma ama en azından biraz büyüklerine saygı göstersin, çok mu şey istiyorum?



   Şuraya bir açıklık getireyim; ben kesinlikle daha yaşım kaç başım kaç olmasına rağmen “Ben sizin yaşınızdayken…” diye başlayan cümleler kurma potansiyeline sahip bir bireyim. Çünkü 14 yıl 365 günlük yaşanmışlık da az bir şey değil ki canım, benim de kendime göre birkaç tecrübem var sonuçta. Ama sahiden haklı değil miyim yahu? Yeni nesil çocuklar ne kadar garip… Kendimi abla gibi hissedemiyorum bile!



   Bu arada sıkı durun, yakında çok güzel film yorumlarıyla geliyorum İnşallah. Yani yakında deyince epey sorumluluk altında hissettim kendimi, olabildiğince yakın bir sürede diyeyim ben ona. Sonuçta yakınlık göreceli bir kavramdır değil mi?

   Fizik en anlayamadığım ders oldu lisede, o yüzden proje ödevlerimi fizik dersinden alıyorum. Bu sene de aynalar üzerinde bir pano hazırlayıp sonsuz ayna denilen bir aynadan yapmam lazım. Aynayı babamla birlikte yaptım da, ama neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde benim aynam birazcık puslu oldu. Peki ben ne dedim? “Puslu gözlerini aynaların sonsuzluğunda saklamak isteyenlere sonsuz puslu ayna projesi!” Fizik projesi diye ciddi olmak zorunda olduğumu kim söylemiş, sayısalcı değilim ben zaten.

   Geri döndüm lakin bir kardeş harbinde can vermek istemediğimden bu yayını kısa kesmek zorunda kalıyorum.


   O yüzden, selametle…
Share:

1 Nisan 2017 Cumartesi

Şu Taksiciyi Sarımsaklasak Da Mı Saklasak

   Uzun bir zamanın ardından tekrardan yayındayım, merhabalar efenim!



   Yaz(a)madığım süre zarfında epey şey yaşadım ama bu yazımda bugün yaşadığım garip bir şeyden bahsetmek istiyorum.



   Söyle ki; ben otobüse binmek yerine birkaç duraklık mesafeyi yürüyerek gitmeye karar vermiştim. Bir yokuş var, fazla insan olmuyor, genelde araba sadece. Orada yürürken bir taksi şoförü arabasını durdurup beni el işaretiyle çağırdı, ben de ‘yol soracak herhalde, gerçi adam taksici neden yol sürsün ki?’ gibisinden cümlelerle oraya gittim. Sonra dedi ki:

-         Aşağıya gidiyorsan bırakayım istersen canım.

   O an “Nereden canın oluyorum ben senin abiciğim?” demek yerine, oradaki canımı fark bile etmeyerek dedim ki:

-         Benim evim yakın zaten, ama teşekkür ederim.

   Sonra adam bastı gaza gitti ve ben de ‘ne iyi yürekli insanlar var’ diye düşünerek yürümeye devam ettim.



   Lakin ilk kez böyle bir şey yaşadığımdan anında bunu anlatmak üzere bir arkadaşımı aradım ve ona durumu anlatırken oradaki ‘canım’ kelimesinin garipliğini fark ettim. Sonra arkadaşım neden o kadar kibar olduğumu, böylelerine bağırmam gerektiğini falan söyledi. Bu olayı anlattığım birkaç arkadaşım daha aynı tepkileri verdi ve şu an merak ettiğim konu şu:

   Acaba ben çok fazla aşırı iyi niyetliyim ve arkadaşlarım haklı mı? Yoksa adamın günahını mı alıyoruz? Adam neden ‘canım’ dedi?

   Falan filan işte. Kısa bir yazı olmuş olsa da yorumlarınızı bekliyorum. Böyle deyince de garip oldu yahu… “Eğer beğendiyseniz beğenip paylaşmayı ve yorum yapmayı unutmayın!” der gibi. Fikirlerinizi bekliyorum o halde.


   Selametle…
Share:
Bu bloğun tüm hakları pamuğa ekilmiş bir fasulye tohumunun içinde saklıdır. Blogger tarafından desteklenmektedir.