26 Kasım 2016 Cumartesi

Rötarlı Bir Yazı: Tüyap

   Geçen hafta Pazar günü, yani son gününde gittim Tüyap’a. Ama bu yazıyı yazmak yeni nasip oldu…

   Tüyap deyince akla ne gelir? Milyonlarca kitap, bir de milyonlarca insan. Son günü deyince? Milyonlarca kitap, bir de mahşer kalabalığı… Bazen yaklaşık bir saliselik bir süre için önümdeki insan seline bakıyor, kendimi dalışa hazırlanan bir dalgıç gibi hissediyor ve nefesimi tutup aralarına dalıyordum. Tabii yanımda babam olmasa idi ben akıntıyla sürüklenirdim, o elimden tutup çekiyor beni. Bu insan seline dalmak için oksijen tüpü olmadığını söylemiş miydim? Neyse ki bir fasulyeyim ve fotosentez yapabiliyorum!



   Peki ya neler aldım? Altı tanecik kitap… Mesela internetten falan sipariş veriyor olsam, o kadar da az gelmez altı kitap lakin koskoca Tüyap’tan bahsediyoruz… Bu arada reklam arası verebilir miyiz? Bir maruzatım olacak da; Tüyap özel isim kabul edilip büyük harfle yazılıyordur değil mi? Öyle değilse de mazur görünüz. Neyse, ne diyordum? Altı tanecik kitap alabildim. Zira öğrenci milleti fukaralığı ile meşhur değil midir zaten? Sırf daha çok kitap alabilmek tüm cüzdanımı boşalttığımdan bu hafta boyunca 1.75 TL civarı bir para ile idare ettim ama pişman değilim.

   Aslında önceki paragrafta hangi kitapları aldığımdan bahsedecektim lakin başka konuya geçmişim. Genelde insanlar sohbet ederken ‘laf lafı açar’ der ama ben monologlarda bile konuyu dallandırıp budaklandırabiliyormuşum demek ki.

   Velhasılıkelam, gelelim kitaplarıma.



   Klasiklere başlarken ilk olarak Dostoyevski’nin Budala kitabını almam, tabii ki ‘budala’ kelimesini çok sevişimden kaynaklanmıyor. Olur mu öyle şey yahu?

   Bir diğer kitap; Tolstoy’dan Hacı Murat.
Bu öykünün bir kısmını bizzat yaşadım, bir kısmını olup bitenleri kendi gözleriyle görenlerden dinledim. Bir kısmını da hayalimde canlandırdım. İşte, boş kalan yerleri hayalimde tamamladığım öykü budur.
diyor arka kapakta. İnşallah en kısa sürede bitirip yorumunu da yazarım.

   Sıradaki; Stefan Zweig’den Satranç. 
İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür.
Geçen seneden beri almak istediğim bir kitap, ama almaya çalıştığımda stoklarda bitmişti, Tüyap’a nasipmiş.

   İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl. Yanlış hatırlamıyorsam ilk aldığım kitap buydu, kitabı elime aldım, inceledim. Sonra babam da biraz inceleyip bana kitabı kimin önerdiğini sordu, İngilizce hocam önermişti. Ve kitabın psikoloji bölümünde durduğunu gördükten sonra kardeşimin tepkisi: “Hocan senin psikolojinin bozuk olduğunu biliyor, ondan önermiştir.” Bunu sizin yorumlarınıza bırakıyorum…

   Önceki kitapta bahsettiğim kitabı aldıktan sonra, hemen yakınındaki bir stanttaydı bu da. Bizde olan ama daha önce okumadığım Başımıza Gelenler adlı kitabın yanında duruyordu. Babam “al bunu, güzel kitap” dedi. Hüseyin Râci Efendi’nin yazmış olduğu Zağra Müftüsünün Hatıraları, Târihçe-i Vak’a-i Zağra.

   Ve son olarak, Küçük Prens! Ama İngilizcesi. Bunu görünce içim alma isteğiyle doldu taştı, cüzdanımda kalan son bozuklukları da buna yatırdım.



   Bir Tüyab yazısının sonuna gelmiş bulunmaktayım, İnşallah şu an okumakta olduğum kitaptan(Dokuzuncu Hariciye Koğuşu) ve dergiden(Ah Endülüs) sonra bunları da okuyup yeni yeni yazılarda yorumlamaya çalışırım.



O zaman, selametle kalın…
Share:

15 Kasım 2016 Salı

Hala Yaşıyorum!

   


   Uzuun bir zamandır yoktum. Ama bir sorun, neden yoktum? Adına sınav haftası, sınav maratonu denilen, çoğu kişinin ölüm kalım savaşı verdiği bir zaman diliminin tam ortasındaydım çünkü.
 
   Bu hafta ya da haftalar çoğu insan için bol stres, gözyaşı, ‘asla yapamayacağım, bu sene kalıyorum’ feryatları içinde geçer.

   Benim içinse o kadar kötü değil. Çünkü çoğunlukla stres yapmayan biriyim! Gerçekten, kahve ile yaşar, son günlerde çalışır, ‘olduğu kadar olmadığı kader, yapacak bir şey yok, ileriki maçlara bakalım, sınıfta kalmadığım sürede sorun yok’ felsefesiyle hayatımı sürdürürüm.

   Tek dezavantaj bu haftanın özellikle sonlarına doğru kafamın hallaç pamuğu kıvamına gelmesi galiba… Mesela sonunda, Allah’a şükür ki sınavların sonlandığı bugün, kitap okurken bir anda ‘galibiyet’ kelimesinin anlamını unuttum.

   Genelde okulda ve dönüş yolunda şalımın kenarına taktığım bir mandal vardır, zira çok tatlı olduğunu düşünmekteyim. Neyse efenim, işte bugün bahçede bir hoca onu işaret edip “O mandal ne orada?” diye sorunca ona “mandal” cevabını verdim. Bence mantıklıydı ama arkadaşlarım saçmaladığımı düşünüyor.

   Sonra zaten normalde de insanların dediği şeyleri ilk duyuşta anlamakta zorluk çekerken, bugünlerde her şeyi yemekmiş gibi duyuyorum. Sanki izlediğim belgesel, konuşan hoca ve arkadaşlarım, herkes yemekten bahsediyor.

   Ha bir de ‘edebiyat’ yazısını ‘ejderiya’ diye okumak, bir yemeğin neli olduğunu soran kişiye “Çantamda” diye cevap vermek de sınav haftası etkilerinden yalnızca birkaçı.
   Sanmayın ki sınavlar bitti, ikinci sınavlara kadar kafam rahat. Asıl ölüm kalım meselesi şimdi başlıyor: performans ödevleri.

   Mesela 30 Kasım’a kadar Tarih dersi için okuduğum 500 küsür sayfalık Osmanlı Devleti Tarihi kitabından özet çıkarmalıyım, neyse ki okuyacak son iki padişahım kaldı. Bu meyanda(çok hoşuma gitti bu, ne anlama geldiğini bugün öğrendim de) kitabın o kadar uzun olması tamamen benim yüzümden. Hoca seçimi bize bırakmışken ve herkes gidip 200 küsür sayfalık Biz Osmanlıyız kitabını okurken benim neyime 500 küsür sayfalık kitap seçmek? Hazır okuyorken tam okuyayım çabası, ben pişman değilim.

   Aynı anda birkaç kitap okur musunuz? Ben şu an hem Endülüs, hem de Osmanlı devletleri tarihi okuyorum. Ve ikisi de tarih olduğu, ikisini de her gün okuduğum halde hiç birbirine karıştırmadım, garip geliyor başta ama ikisi de gerçekten birbirinden çok ama çok farklı imiş.

   Şimdi aynı anda iki tarihi kitap okuyorsam sanmayın ki siyasi bilgiye boğuyorum kendimi. Bazen ağlayacak dereceye geliyorum yahu! Kendimi fazla kaptırmadım ben, ama gerçekler acı…

   Bakın ne buldum: ‘There is no sense about nonsense.’ Çok hoşuma gitti.

   Bir de son zamanlarda yazıları tersten yazmaya takmış bulunmaktayım, aynayla bakınca okunabilecek türden. Şu an neredeyse düz yazdığımla aynı hızda ters yazabiliyorum. Kendime özgü bir dilmiş gibi oluyor. Böyle anlarda kendimi aşırı becerikli gibi hissediyorum. Sonra bir bakıyorum yapacak tonla şey var, ben hala hiçbirini yapmamışım, yumurta kapıya dayanmış. Ama elbette kendimi becerikli hissetmeye devam ediyorum. Her konuda her şeyi yapabilecek değilim ya canım.

   İspanyolca 10'a kadar sayabiliyorum, sayılar kulağa çok eğlenceli geliyor. Aslında direk İspanyolca kulağa çok eğlenceli geliyor… ‘Hija Mia’ diye bir şey var, şarkı mı ninni mi unuttum şu an. Onu dinlesenize vaktiniz olunca, benim çok hoşuma gidiyor.

   Ne kadar potpori kıvamında bir yazı… Lakin artık bu yazıyı sonlandırmalıyım.
   O halde selametle kalın…
Jane “Yarın hiç gelmez.” dedi. “Uyandığın zaman hep bugündür.” Sonra o da yatağına girdi.
Mary Poppins

Bi' Not: Aniden aklıma "Durdurun uçağı, iniyoruz" diyen Zeki Müren geldi. Bu da böyle bir ilavem olsun
Share:
Bu bloğun tüm hakları pamuğa ekilmiş bir fasulye tohumunun içinde saklıdır. Blogger tarafından desteklenmektedir.