28 Ekim 2016 Cuma

The M.I.M (Möö'leyen İnekler Meditasyonu)

   Deep tarafından 'bunu okuyup da yapmazsan vicdanın sızlasın' dediği bir mim yazısında mimlenmiş idim lakin 'favori', 'en bi' sevdiğin', 'en sinir olduğun' türünden, bilumum belli şeyler içinden bir tanesini seçme eylemlerindeki muvaffakiyetsizliğimden mütevellit (bkz.muvaffakiyetsizleştiricileştiriveremeyebileceklerimizdenmişsinizcesine) o mimi yapamadım.



- bu cümleyi anlamaya muvaffak olanlara şirketimiz tarafından tek sıkımlık diş macunu ve bir bisiklet gidonu hediye edilmektedir-

   Amma velakin dedim ki Deep sen bana benim muvaffak olabileceğim(bu kelimeye neden olduğunu bilmediğim bir nedenden dolayı bir anda kafayı taktım, tam da bunları yazdığım sıralarda, saat 18.40 sularında) türden bir mim bul, yapayım. Ve bugün o mimi gördüm! O yüzden fazla uzatmadan mime geçiyorum. Giriş yazımda Türkçe'nin en uzun kelimesini bile kullanmış olmam fazla uzattığım anlamına gelmez bence.




   O halde, gerçekten başlıyorum. Üç iki bir! Hazır ve nâzırım.


     1. Hayal kurmaktan hoşlandığınız bir yer veya zaman dilimi var mı?
  
  Çok çeşitli mekân ve zamanlarda hayal kurmuşluğum var. Yani nasıl belirli bir an olabilir ki zaten? Hatta bir kere bir minibüste kurduğum hayal farkında bile olmadan epey hüzünlü bir raddeye ulaştığında ağlamıştım. Böyle dengesizliklerim de olabiliyor lakin genel olarak(yüzde 99.9 falan) musmutlu hayallerim vardır. Gerçi sanırım bu sonraki sorunun cevabı oluyor..




     2. En çok nelerin hayalini kurarsın?

   Yukarıda da söylediğim gibi en çok musmutlu hayaller. Hatta sanırım o kadar musmutlu ki genelde en gerçekçi hayallerimde bile dinleyen çoğu kişi onları 'tozpembe' olarak nitelendiriyor. Elbette gerçek hayatın sadece kahkaha ve tebessümlerden ibaret olmadığını biliyorum ama neden hayal kurarken bile üzücü olayları düşüneyim ki? Neredeyse okulların açıldığı andan beri "sınavlara şu kadar gün kaldı" diyen insanların aksine, bir hafta kala bile dersin en keyifli yerlerinde, ya da dersin veyahut herhangi bir şeyin herhangi bir yerinde sınavları aklına getirip strese girmeyen biriyim ben. Bir de hayal kurarken olabilecek üzücü şeyleri de hesaba katıp evhamlanmak mı? Yok daha neler. Tabii ki musmusmusmutlu olacaklar. Hem niye tozpembe oluyormuş ki? Belki kahverengi.. Ne güzel renk kahverengi, kıymetini bilen yok. Tabii ben bu konuya nasıl geldim bir anda orası da ayrı bir muamma.



     3. Şimdiye dek çok hayalinizi gerçekleştirdiniz mi?

   O kadar çok hayal kuruyorum ki - buna zil çalar çalmaz okuldan fırlayıp ilk 14R'ye yetişmek de dâhil ve bu gerçekleşmeyenlerden - birçoğu gerçekleşiyor. Birçoğu da gerçekleşmiyor ama oraları fazla açmaya gerek yok bence.




     4. Henüz gerçekleşmemiş ama ille de gerçekleşecek dediğiniz bir hayaliniz var mı?

   İnşallah en kısa sürede karnımı doyurabilmek. Umarım ki gerçekleşir, karnımın genelde hiçbir zaman tam olarak doymadığını hesaba katarsak bu biraz zor bir ihtimal ama benim hala ümidim var. Bazı insanlar yemeyi abarttığımı söylüyor, külliyen yalan. Ben kararında, ölmememe yetecek kadar yiyorum, onlar düzgün beslenmiyor. Hem ben kuş kadar yiyorum yahu! Lakin deve kuşu da bir kuş; unutmayalım, unutturmayalım.


   Bir mimin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Ben erdim muradıma, siz çıkın kerevetine. Gökten yedi kazan aşure inmiş, ama dökülmesinler ve sağlıklı bir iniş gerçekleştirsinler diye paraşütler eşliğinde. Vee hepsi de(bir kazanı hariç, o direk benim evime geliyor) bu yazıyı okuyup bu mimi yapanlara gitmiiş.



Share:

17 Ekim 2016 Pazartesi

Bi' Kitap: Momo/Michael Ende

    Yanlış hatırlamıyorsam dört kez okudum Momo’yu, kendime aitken okuyabilmek sonuncusunda nasip oldu. Her okuyuşumda araya en az bir sene girmişti ve her okuyuşumda daha farklı gibiydi. Belki de büyüdüğümden? Son zamanlarda ‘ruhu büyüyüp çocuk oldu’ diye bir şey takıldı aklıma. Acep mümkün müdür?



    Momo, ya da zaman hırsızlarının ve çalınmış zamanı insanlara geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü…

    Kimdir Momo? Küçük ve tuhaf bir kız çocuğu. Nereden gelmiş? Bilinmez. Ama o eski tiyatro yıkıntısını evi bellemiş. Kaç yaşında? Bakınca yaşının sekiz mi yoksa oniki mi olduğuna karar verilemez. Momo’ya sorsak? Belki yüz, ya da yüz iki? Bildiği kadarıyla o hep vardı… Dış görünüşünü sormayın, önemli mi? Küçük, tuhaf bir kız çocuğu işte.

    Ama Momo’da, kimselerde olmayan bir yetenek var; dinlemek. Bakan körler varsa, duyan sağırlar da vardır elbet. ‘Momo ise karşısındakileri aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi.’ Tabii, siz “Git bir Momo’ya uğra!” deyişinden habersizsiniz değil mi? Hiçbir şey söylemese bile, o kocaman gözlerini açarak karşısındakini dikkatle dinlediğinde, tüm düğümler bir bir çözülürdü adeta.

    Fakat her mutlu öyküde, toprağın altında çimlenip gün yüzüne çıkmayı bekleyen acılar vardır, çünkü gerçeği yansıtır hikayeler. Ve duman adamlar, yavaş yavaş zehirlemeye başlar şehri. Henüz Momo’nun yaşadığı yere ulaşmamış olsa da, fazla vakit almayacaktır.

    Bugün tasarruf ettiğin zamanlarını ileride daha mutlu, daha güzel, hayallerindeki gibi bir gelecek inşaa etmek için kullanabilme düşüncesi ilk bakışta kime cazip gelmez ki? Zaman nasıl tasarruf edilir ki? Tasarruf adı altında hayatını güzel kılan tüm o küçük şeyleri kenara itince, aslında yapmakta olduğunun yaşamak değil de yalnızca ömür tüketmek olduğunu fark etmesi bir insanın, ne kadar uzun sürer?

    Peki ya zamanı gerçekten tasarruf etmek mümkün müdür, ölçmeye bile muvaffak olamadığımız zamanın ellerimizden kayıp gitmesini engellemek, nasıl imkânlar dâhilinde olabilir? Koskoca bir insan topluluğunun bomboş vaatlerle kandırılması… Sadece çocuklar bunun farkında, ama çocuklarını dinleyecek kadar bile zamanı yok yetişkinlerin, onlara daha iyi bir gelecek sunmak için zamandan tasarruf etmek zorundalar çünkü.

    ‘Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti…’
Share:

11 Ekim 2016 Salı

Gülmek ya da Gülmemek

   Gülmek… Kimi zaman kahkahalarla, kimi zaman ufak bir tebessümle, sırıtarak ya da bazen hala tam olarak nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan kıkırtılarla. Yüzüne gülmek veya arkasından gülmek de var. Yazışmalarda gülmek var sonra. Ben genelde ya emoji kullanırım ya da ‘ahahah’ yazarım. İtiraf ediyorum gerçek hayatta çok nadir ‘ahahah’ diye gülerim. Gerçekte nasıl güldüğümü tam bilmiyorum gerçi, çıkardığım sesler ‘ihihih’ de olabiliyor, ‘ohaohah’ gibi garip şeyler de. Ama çok güldüğümde -ki genelde çok gülerim- önce sesim sonra nefesim gidiyor, suratım kızarıyor ve gözlerimden yaş gelirken ben gülmekten ölmek derecesine gelip son anda kurtuluyorum, bu da gülmekten katılmak durumu.



Sonra yazışmalarda da herkes farklı gülüyor. Benim gibi ‘ahahah’ yazanlar var, kimi ‘eheheh’, bazısı ‘hahaha’, bazen ‘hihihi’ ya da ‘nihahaha’ var ki bunu ben de bazen kullanıyorum. Randomlar ise apayrı bir konu. Mesela herkes öylesine klavyeye basarak random atmıyor. Genelde ‘a, ş, l, k, h, s, d, f, g’ harflerini kullanıyorlar. Bense random kullanmayan bir bireyim. Neden bilmiyorum ama sevemiyorum, hayır gülmekten katılmayı bile deneyimledim ama bir kere bile ‘asfsd’ diye gülmedim. Bu arada güzel bir random olmamış olabilir, hayatımda ilk kez yazdığımdan tecrübesizim mazur görünüz.
   Neyse, ne diyordum? Sonuç olarak gülmenin bin bir türlü hali var. Burada ortak yönleri hepsinin gülme olarak adlandırılması. Peki, gülmek tam olarak nedir? Neden güleriz? Ben neden deli gibi gülüyorum ve kendimi durduramıyorum?



   Gülmek genelde komik durumlar karşısında gerçekleştirilen bir eylem olarak tanımlanır. Ben otobüs camına bakarken aklımdan ne geçiyor da gülüyorum, henüz bilim adamları tam bir cevap bulamadı. Aslında sözlük anlamı şu: ‘(insan) hoşuna ya da tuhafına giden olaylar, durumlar, sözler vb. karşısında, yüzün kasılması yanı sıra, genellikle kesik kesik, değişik oranda sesli bir biçimde neşe duygusunu açığa vurmak.’ Buradan da anlaşılacağı üzere benim kendimi tanıtmaya başlamadan önce bile gülmem sözlük kurallarının ötesinde. Neyse efenim, şimdi işin bilimsel kısmına geçiyorum. Böyle beyaz laboratuvar önlüğü giymiş, deney gözlüklerinden takmış bir ben hayal edin. Sonra o gözlüğü normal gözlüğümün üstüne taktığımı hayal edin zira diğer türlü hiçbir şey göremiyorum ve biraz sırıtın, konumuz gülmekse eğer tüm yayın boyunca gülmelisiniz, hatta bunu okuduktan sonra da size ruh hastasıymışsınız gibi bakanları önemsemeden sırıtmaya devam edin, ortada hiçbir şey yokken gülmeye başlayın falan. Bunlar benim günlük aktivitelerimden, ama ruh hastasıymışım gibi bakıp bakmadıklarını bilmiyorum zira gözlerim bozuk ve büyük ihtimal numaram daha da büyüdü. Yazık bana..



- Bu metinde ürün yerleştirmesi yapılmıştır. -
   BBC’de yayınlanan bir makaleye göre (kısıtlı imkânlardan mütevellit link veremiyorum); çoğu insan bir şeyi komik bulduğumuz için güldüğümüzü düşünür. Ama insanları gülerken izlediğinizde aslında öyle olmadığını görürsünüz. Genelde insanlar komik olmayan şeylerin ardından daha fazla güler. Peki kim veriyor bu gül emrini? O dudakların yukarı doğru kıvrılması, dişlerin gözükmesi, bazen çıkan kahkaha sesleri falan, beynin hangi kısmı yönetiyor tüm bu şeyleri? Beynimizde gülmeyi kontrol eden bölge ‘subkorteks’ içinde imiş ve beynin bu bölümü nefes alma, temel refleksleri kontrol etme gibi en eski ve birincil sorumlulukları üstleniyormuş. Yani gülmeyi kontrol eden mekanizmalar, beynin çok daha sonra gelişmiş olup dil ve hafıza gibi işlevleri yerine getiren bölümlerden uzaktaymış.
   Derste yaptığımız ufak bir yarışma sırasında bile gülmemi kontrol edemeyip sonunda sıranın rakip takıma geçmesine neden olmam da -arkadaşım arkadan sarılıyormuş gibi yapıp boğuyordu az daha o sinirle, pek severler de beni- bundan dolayı olabilirmiş. Gülme bir kez beynimizin derinliklerinde tetiklendiğinde(beynimin içindeki tetikleyici bunadı belki, ne zaman tetikleyip ne zaman duracağını bilemiyor, suç nasıl benim olabilir ki?) ‘yüksek fonksiyonlu’ bölgeler müdahale edemiyormuş. Tabii tam tersi durumda, içimizden gelmeyerek güldüğümüz zamanlar öyle itici durması da bundanmış.



   Bu arada, sağır insanların bile gülerken aynı sesi çıkardığını biliyor muydunuz? Ben BBC’nin yalancısıyım.
   Peki ya tüm bunlar benim başından beri aradığım sorunun cevabını veriyor mu? Hayır… O yüzden biraz daha derine inmeye çalıştım ama inemedim. Bunu okumayı büyük ihtimal beklemiyordunuz, kabul ediyorum ben de beklemiyordum. Aslında paragrafa çok havalı bir giriş cümlesiyle başlamıştım bence, devamı fiyasko tabi… Gerçi içinde çok gülmenin de olduğu birkaç hastalık buldum ama hepsinin bambaşka ayrıntıları var.
   Anlayacağınız ben yine ortada kalmış durumdayım, bu yüzden bazı ‘gülmeyi durdurma yöntemleri denedim.



   İlki acıklı şeyler okumak veya düşünmekti, ama bu yalnızca belirli bir konuşmaya başlamadan önce yapabildiğim bir şey ve her zaman etki etmiyor.
   Sonra tamamen mantıksız olduğunu düşündüğüm baş parmağıma bakma eylemini gerçekleştirmeye çalıştım. Ama gülerken gözlerimde biriken ve görüşümü bulanıklaştıran yaşlar buna izin verdi mi? Hayır...
   Dudak damak ısırma, dişlerini sıkma gibi şeyler de genelde işime yaramıyor.
   Çok kasma, en kötü ne olabilir ki gülerken diye düşünebilirsiniz lakin benim durumum biraz fazla ciddi. Mesela ortada hiçbir şey yokken hocanın bir anda sorduğu soruyla gülmeye başlayıp cevap verememek normal mi sorarım size? Yahut bir derste tahtaya çıkmamın ardından yine gülmeye başlayınca hocanın ‘Şimdi 10 dk mola veriyoruz.’ demesi? Daha da kötüsü birazcık gülen arkadaşlarımın bile beni günah keçisi ilan edip gülmeyi onlara benim bulaştırdığımı iddia etmeleri? Anlayamazsınız. Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz. Falan filan, efkarlandım bir an.



   En azından somurtmayıp gülüyorum, bence gülmek güzel şey, bence okullarda en azından 20 dk çocuklar –ve öğretmenler- gülmeye alıştırılmalı ve böylece dünya barışına katkıda bile bulunabiliriz!
   O halde size Sezen Aksu’dan Gülümse şarkısını bırakarak gidiyorum. Aslında bu yazıyı çok daha erken paylaşmak istemiştim lakin ev taşıdık ve internet de yoktu, zaten olsa bile o an bunları yazabileceğim bir ortam yoktu, hala koliler var etrafta. Neyse, o halde, selametle…
Share:
Bu bloğun tüm hakları pamuğa ekilmiş bir fasulye tohumunun içinde saklıdır. Blogger tarafından desteklenmektedir.